Din, Sanat ve Marksizm – Aleksandr Bogdanov

Proletaryanın sanat alanında çözmesi gereken iki büyük sorun vardır. Birincisi bağımsız yaratım sorunudur: kendini ve dünyayı uyumlu canlı imgeler halinde algılamak, zihinsel kuvvetlerini sanatsal formlarda ifade etmek. İkincisi ise kendi mirasını edinme meselesidir: geçmişte yaratılan sanatsal zenginliklerde ustalaşmalı ve bunların yansıttığı burjuva ve feodal toplum ruhuna boyun eğmeksizin, içlerindeki harika ve güzel olan her şeyi özümsemelidir.

Bu ikinci problem de birincisinden daha kolay değildir. Çözümünün genel yöntemlerini araştıracağız.

Yabancı bir inancı ciddi ve özenli bir şekilde inceleyen dindar bir kişi, kendisini bu inanca geçme ya da bu inançtan kendi dini bakış açısına göre sapkın olan inançlar edinme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle, kendilerini Budizm üzerine çalışmaya adayan bilgili Hıristiyanların Budist oldukları ya da en azından Budizm’in ahlaki öğretisini benimsedikleri görülmüştür; tersi de olmuştur. Aynı dini sistemler, tüm dinleri yalnızca halkların şiirsel yaratımının bir ifadesi olarak gören (bu din hakkındaki gerçeğin tamamı değil, bir kısmıdır) bir özgür düşünür tarafından da incelenebilir. Bu kişi de din alimiyle aynı tehlikeye maruz kalır mı? Tabii ki hayır! Yüz milyonlarca insanı cezbetmiş olan öğretilerin güzelliği ve derinliğiyle coşabilir, ama bunları dinsel açıdan değil, başka ve daha yüksek bir bakış açısından algılar. Budizm’de ortaya çıkan muazzam düşünce ve duygu zenginliği, kendi inancının gizli direncinden kurtulamayan, yabancı bir dinin “cazibesine” karşı mücadele eden bilgili bir Hristiyan’ın kalbine ve zihnine olduğundan kesinlikle daha fazla hitap edecektir; ama gerçek şu ki, özgür düşünür için Budist olma yönünde bir cazibe yoktur – zihni dini materyali kendine özgü bir şekilde özümseyecek şekilde yapılandırılmıştır.

Hem Hristiyan hem de özgür düşünür Budizm’i “eleştirel” olarak ele alır. Ancak temel fark eleştirel tutumlarının türünde, temelinde – “ölçütlerinde” yatar. İnançlı kişi çalıştığı konunun üstünde değil, yaklaşık olarak onunla aynı seviyede durur. Kendi dogması ve kendi duyguları açısından eleştirir ve garip mitler ile onların ahlaki yeniden değerlendirmelerinde çelişkiler bulmaya çalışır; bu tür çelişkileri keşfettiğinde, genellikle bunların arkasında saklı olan şiirsel veya hayati gerçeği takdir edemez. Ve bu hakikate eriştiğinde bile, bunun bedelini kendisiyle çelişerek öder – “günaha boyun eğmiştir”. Budizm’i yabancı bir dünyadan gelen kültürel bir miras olarak göremez; ve bu yabancı şeyi hoş karşıladığında, bu şey onu fetheder ve eski inançlarından dönmeye zorlar.

Militan ateistin durumu da hemen hemen aynıdır. O, her dinde yalnızca batıl inanç ve aldatmaca gören, ilerici ama yeterince gelişmemiş burjuva bilincinin bir temsilcisidir. O bir “tersyüz edilmiş mümin”dir. Dinden vazgeçecek kadar dinin üstüne çıkmıştır ama onu anlayacak kadar değil. Onun için din de bir miras değildir; hatta bazen bir cazibedir; dinin sadece aldatma ve batıl inanç olmadığını hisseder ama gerçekte ne olduğunu anlamaz.

Burjuva bilincinin ulaşabileceği en yüksek aşamanın temsilcisi olan özgür düşünürümüz oldukça farklı bir konumdadır. Dini insanların şiirsel yaratımının bir ürünü olarak görmesi, bu bakış açısının sınırları içinde, ele aldığı konuyu oldukça özgürce ve önyargısız bir şekilde değerlendirmesine olanak tanır. Eski Ari Hinduların Manu yasalarının, ideallerinin derinliği itibariyle, eski ya da modern Hıristiyanlıktan çok daha yüce olduğunu ya da cenaze törenlerinde ifade edildiği şekliyle ölümle olan ilişkilerinin asalet, yücelik ve güzellik bakımından Hıristiyanlıkla kıyaslanamayacak kadar yüksek olduğunu öğrenmek onun için zorlu bir içsel çelişki teşkil etmeyecektir. Her türlü dinsel bilinçten arınmış olan ve bu bilincin insanın düşüncesini karartmaya ya da iradesini saptırmaya meylettiği her durumda buna karşı mücadele edecek olan kişi, yine de tüm dinleri hem kendisi hem de başkaları için değerli bir kültürel miras haline getirebilecek konumdadır.

Proletaryanın geçmişin -burjuva dünyasının ve feodal dünyanın- tüm kültürüne karşı tutumu aynı aşamalardan geçer. Başlangıçta işçi onu yalnızca kültür, genel olarak kültür olarak kabul eder; kültürün özünde bundan başka bir şey olabileceğini hayal etmez; onunla aynı düzeydedir. Bilim ve felsefesinde hatalar olabilir, sanatında yanlış güdüler, ahlak ve yasalarında adaletsizlikler olabilir; ama tüm bunlar onun özüyle bağlantılı değildir; bunlar onun hataları, sapmaları, kusurlarıdır ve daha fazla ilerleme bunları iyileştirecektir.

Ve daha sonra bu kültürde “burjuva” ve “aristokratik” bir şeyler fark etmeye başlasa da, yine de bu özellikleri yalnızca egemen sınıfların çıkarlarının savunulması, kültürü tahrif eden bir “savunma” olarak anlar; ama yine de bu kültürün özü, yöntemleri ve bakış açısı konusunda hiçbir şüphesi yoktur. Tamamen onun seviyesindedir ve “içinde iyi olan ne varsa” onu özümsemeye çalışırken, Budist ya da Brahman’ın Hıristiyanlığın ayartmalarına karşı korunduğu kadar ya da tersi kadar bile ona karşı korunmaz. Eski düşünme ve hissetme biçimini ve bu biçimlere dayanan dünyaya karşı tüm tutumunu özümser. Kendi proleter sınıf bakış açısı ancak sınıf çıkarının buyurgan sesini yeterince net duyduğu anda veya yerde korunur. Böyle bir netlik ve inanç olmadığında ve yaşam sorunu zor ve karmaşık olduğunda, özellikle de sorun henüz yeni olduğunda, onu bağımsız olarak çözmez; ya çevredeki sosyal ortamdan hazır bir çözüm alınır ya da kendi proleter sınıf çıkarını bile yabancı bir bakış açısından ele alır ve anlar.

Her iki eğilim de Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı entelektüellerinin savaşa karşı takındıkları tavırda açıkça ortaya çıkmıştır. Bazıları neredeyse hiç düşünmeden kendilerini yurtseverlik dalgasına bıraktılar; başkaları ise işçi sınıfının “yüksek çıkarlarının” anavatanı ve zenginliklerini korumak ya da kurtarmak için burjuvaziyle birlik olmayı gerektirdiğini “anlayabildiler”, çünkü “bunların yok edilmesi işçi sınıfını ve tüm uygarlığı geriye atacaktı”. Bu büyük ve acımasız deneyim, proletaryanın dünyaya karşı kendi tutumunu, kendi düşünce tarzını, kendi her şeyi kucaklayan bakış açısını geliştirmediği sürece, bir proleterin kendi mirası olan geçmişin kültürüne hakim olamayacağı gerçeğini açıkça ortaya koydu; bu kültür ona hakim olacak ve onu kendi amaçları için insan malzemesi olarak kullanacaktı.

Buna ikna olan proleter, eski kültürün salt anarşik bir yadsımasına varırsa, yani mirasından vazgeçerse, o zaman kendisini dini mirasımıza karşı kaba tutumuyla saf ateistin konumuna sokar. Ama daha da kötü bir durumdadır, çünkü burjuva ateistinin din anlayışı olmadan da yapabilmesi mümkündür – dayanacağı başka kültürel değerler vardır; sadece düşüncesinin genişliği ve yaratımının hızı zarar görür. Ancak işçi, düşman tarafın zengin ve gelişmiş kültürünü dengeleyecek hiçbir şey ortaya koyabilecek durumda değildir; benzer ölçekte yeni bir şey yaratamaz. Bu, düşmanlarının elinde – ona karşı – muhteşem bir araç ya da silah olarak kalır.

Varılan sonuç açıktır. İşçi sınıfı geçmişin kültüründen daha yüksek bir bakış açısı bulmalı ve bunu mümkün olan en geniş ölçüde geliştirmelidir, tıpkı özgür düşünürün bakış açısının din dünyasında daha üstün olması gibi. O zaman bu kültüre boyun eğmeden ona hakim olmak, onu yeni bir yaşamın inşası için bir araca, bu kültürün içinden geldiği o eski topluma karşı mücadele için bir silaha dönüştürmek mümkün olacaktır.

Karl Marx, eski dünyanın zihinsel güçlerinin hakimiyetinde bir başlangıç yaptı. Sosyal bilim ve sosyal felsefe alanında gerçekleştirdiği devrim, onların temel yöntemlerini ve sonuçlarını yeni ve daha yüksek bir bakış açısından -proleter bakış açısından- gözden geçirmiş olmasından ibarettir. Marx, yalnızca devasa inşasının malzemelerini değil, aynı zamanda bunların uygulama yöntemlerinin de onda dokuzunu, hatta daha fazlasını burjuva kaynaklardan almıştır; Burjuva klasik iktisatçılarını, İngiliz fabrika müfettişlerinin raporlarını, Sismondi ve Proudhon tarafından yapılan küçük burjuvaların kapitalizm eleştirilerini ve hatta ütopyacıların tüm düşünsel sosyalizmini, Alman idealistlerinin diyalektiğini, Fransız Ansiklopedistlerinin ve Feuerbach’ın materyalizmini, Fransız tarihçilerinin toplumsal sınıf teorilerini ve Balzac’ın hayranlık uyandıran sınıf psikolojisi betimlemelerini vs. kullandı. Tüm bunlar yeni bir biçim aldı ve yeni kombinasyonlar halinde düzenlendi, proleter bir örgütün inşası için bir araca, sermayenin egemenliğine karşı mücadele için bir silaha dönüştürüldü.

Bu Mucize Nasıl Başarıldı?

Marx, toplumun öncelikle üretim için bir örgütlenme olduğunu ortaya koymuştur; bu, yaşamının tüm yasalarının ve biçimlerinin gelişiminin temelidir. Bu, toplumsal olarak üretken bir sınıfın bakış açısıdır, emekçi bir kolektivitenin bakış açısıdır. Bu çıkış noktasıyla Marx, geçmişin biliminin eleştirisini gerçekleştirdi, malzemesini saflaştırdı, kendi idealinin ateşinde yeniden eritti ve ondan proleter bilgiyi – bilimsel sosyalizmi – yarattı.

Böylece geçmişin kültürel kazanımlarının işçi sınıfı için gerçek bir mirasa dönüştürülme biçimini görüyoruz: kolektif emek açısından eleştirel bir yeniden düzenleme. Marx’ın kendisi de görevini bu şekilde anlamıştı; Marx’ın ana eseri Kapital’i “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” olarak nitelendirmesi tesadüf değildi.

Bu sadece sosyal bilimler için geçerli değildir. Diğer tüm alanlarda geçmişin mirasını edinme ve özümseme yöntemi bizim eleştirimiz, proleter sınıf eleştirisi aracılığıyla gerçekleşir.

Şimdi eleştirimizin temelini daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Kolektif emeğin bakış açısının özünü bulmalıyız.

Toplumsal süreçte üç aşama öne çıkabilir ya da daha doğru bir ifadeyle, sürecin üç yönü vardır: teknik, ekonomik ve ideolojik. Teknik tarafta toplum doğaya karşı mücadele eder ve ona boyun eğdirir, yani dış dünyayı kendi yaşamı ve gelişimi için düzenler. Ekonomik tarafta – insanlar arasındaki işbirliği ve dağıtım ilişkileri – toplum kendisini doğaya karşı bu mücadele için düzenler. İdeolojik açıdan toplum deneyimini düzenler, bu deneyimden yaşamının ve gelişiminin örgütlenmesi için araçlar yaratır. Sonuç olarak, teknik, ekonomik ve zihinsel kültür alanındaki her görev örgütsel bir görevdir, bir toplumsal örgütlenme çalışmasıdır.

Bu kuralın hiçbir istisnası yoktur ve olamaz. Bir ordunun amacı yıkım, yok etme, düzensizlik olabilir. Ancak bu onun nihai amacı değildir; ordunun kendisi yalnızca bir araçtır – dünyayı ordunun ait olduğu topluluğun çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek için bir araç. Bir sanatçı, bir bireyci, sadece kendisi için ve kendisi dışında yarattığını sanabilir; ama gerçekten sadece kendisi için çalışsaydı, yarattığı şey kendisinden başka kimseye hitap etmezdi. Tıpkı geçici ve tutarsız (ama güzel) rüyaların zihinsel kültürle ilgisi olmadığı gibi, onun da zihinsel kültürle hiçbir ilişkisi olmazdı. Ve eğer sosyal çevresinden aldığı malzemeyi, çalışma, yaratma ve ifade yöntemlerini hiç kullanmadan sadece kendi başına yaratmaya çalışsaydı, o zaman hiçbir şey yaratamazdı.

Emek kolektivitesinin bakış açısı tümüyle örgütseldir. Dışsal maddeyi emeğinde ürünlere dönüştüren, işbirliğinde ve sınıf mücadelesinde kendisini yaratıcı ve mücadeleci bir topluluk olarak örgütleyen ve tüm yaşam tarzı ve yaratıcı çalışmasıyla deneyimini sınıf bilincine dönüştüren işçi sınıfı için başka türlü olması mümkün değildir.

İnsanlığın tüm yaşamını uyumlu bir şekilde düzenlemek gibi tarihsel bir misyonu yerine getirmek zorunda olan bir sınıf için başka türlü olamazdı.

Şimdi ilk örneğimize geri dönelim. Dini yaratımn bütünü, şimdiye kadar her dinin kendisine karşı bir köleleştirme silahı olarak kullanıldığı işçi sınıfı için bir miras haline gelebilir mi ve gelmeli midir? Böyle bir mirastan ne fayda sağlayabilir, onunla ne yapabilir?

Eleştirimiz bu soruya açık ve kapsamlı bir yanıt vermektedir.

Din, belirli bir topluluk türü için, yani otoriter topluluk için ideolojik bir sorunun çözümüdür. Otoriter işbirliği üzerine, bazı kişilerin lider rolü ve diğerlerinin yönetici rolü üzerine, otorite ve itaat üzerine inşa edilmiş kolektiviteye aittir. Ataerkil klan topluluğu böyleydi, feodal toplum böyleydi, serf ve köle örgütleri böyleydi ve günümüzün bürokratik polis devletleri de böyledir; aynı durum modern orduda ve daha küçük ölçekte burjuva ailesinde de hüküm sürmektedir; ve son olarak sermaye, işletmelerini otorite ve itaat ilkesi üzerine inşa eder.

Kabul gören fikirler sisteminin örgütsel kullanımı nedir? Toplumun deneyimini, maddi örgütlenmeye uygun bir şekilde uyumlu olarak düzenlemek, böylece kültürel başarıların da topluma bir düzenleme aracı olarak hizmet etmesini sağlamak, verili kolektif örgütlenme türünü korumak, biçimlendirmek, güçlendirmek ve daha da geliştirmek. Ve tüm bunların otoriter bir yaşam düzeni içinde nasıl düzenlendiğini algılamak oldukça kolaydır.

Bu düzen basit bir şekilde deneyim ve düşünce alanına nakledilir. Her eylem, ister insani ister elemental olsun, her olgu iki bağlantının – düzenleyici aktif irade ve pasif uygulamanın – bir kombinasyonu olarak temsil edilir. Tüm dünya otoriter toplumun bir görüntüsü olarak temsil edilir. Başına yüce bir otorite, bir “ilah” konur ve otorite kombinasyonlarının karmaşıklaşmasıyla birlikte, yaşamın farklı alanlarını veya yanlarını yöneten bir dizi alt otorite – daha düşük tanrılar, “yarı-tanrılar”, “azizler” vb. eklenir. Ve tüm bu temsillere otoriter duygular ve ruh halleri eşlik eder: hayranlık, alçakgönüllülük, saygı dolu hayranlık. Dindeki ilişkiler böyledir. Din sadece otoriter bir ideolojidir.

Bunun otoriter bir yaşam düzeni için ne kadar mükemmel bir örgütsel araç olduğu oldukça açıktır. Din basitçe insanı bu düzene sokar, ona sistemde belirli bir yer verir ve bu sistemde kendisine verilen rolü yerine getirmesi için onu disiplin altına alır. Duygu, düşünce ve deneyimde kişilik sosyal çevreyle kaynaşmıştır. Yıkılmaz bir birim oluşturur.

Dinsel yaratımın biçimi çoğunlukla şiirseldir. Bu, özgür düşünürümüz tarafından doğru bir şekilde tespit edilmiştir, ancak asıl önemli olan dinin sosyal içeriğini fark edememiştir. Dinin oluşum sürecinde olduğu toplumsal gelişim aşamalarında, şiir henüz pratik ve teorik bilgiden ayrışmamıştır, hala onları kapsamına almaktadır. O zaman din her türlü bilgiyi içerir, insanların tüm deneyimlerini düzenler; bilgi ya doğrudan ya da bazı aracılar vasıtasıyla Tanrı’dan gelen bir vahiy olarak anlaşılır.

O halde proletarya için din kültürü ne tür bir mirastır? Çok önemli ve değerli bir miras. İşçinin eleştirisinden geçtikten sonra, onun için yaşamdaki tüm otoriter unsurların desteklenmesi için değil, anlaşılması için bir araç haline gelir. Otoriter dünya çürümüştür, ama ölmemiştir; kalıntıları bizi her yandan kuşatır, bazen açıkça, ama çoğunlukla çok çeşitli ve bazen beklenmedik kılıklar içinde. Böyle bir düşmanı yenmek için onu tanımak, iyice ve ciddiyetle tanımak gerekir.

Sorun sadece dinden vazgeçmek değildir; bu açıdan bile, yeni eleştirel tutumu edinmiş bir işçinin, mantıksal hesaplar yüzünden tüm inançlardan vazgeçen ya da dinin insanları sömürmek için rahipler tarafından icat edildiği gibi çocukça bir iddiayla onlara karşı çıkan öfkeli ama saf ateistten çok daha iyi donanmış olduğunu kanıtlayacaktır. Daha da önemlisi, bu mirasa sahip olmanın, günümüz toplumundaki otoriter unsurların önemi, karşılıklı bağlantıları ve toplumsal gelişimle ilişkileri hakkında doğru bir tahmin oluşturmamızı sağlamasıdır. Eğer din otoriter örgütlenmenin korunması için bir araçsa, o zaman sınıflar arası ilişkilerde dinin işçiler için sadece onların tabiiyetini sağlamanın bir aracı, sömürüyü güvende tutmak için egemen sınıfların onlarda olmasını istediği disiplini korumanın bir aracı olarak hizmet ettiği açıktır – çeşitli dindar sosyalistlerin söylediklerine rağmen. Çoğu işçi partisi tarafından benimsenen “herkesin dini kendine” formülünün geçici bir siyasi uzlaşmadan başka bir şey olmadığı ve bununla yetinemeyeceğimiz açıktır. Kılıç ve cüppe arasında, ordu ve kilise arasında neden bu kadar sürekli bir ittifak olduğu ortaya çıkmaktadır; her ikisi de katı bir otoriter örgütlenmeye sahiptir. Ataerkil küçük burjuva ve köylü ailesinin dine, “Tanrı’nın yasasına” neden bu kadar bağlı olduğu da anlaşılıyor; ve aynı zamanda, otoriterliğin bu bereketli tohumunun korunması halinde toplumsal ilerleme yolunda ne büyük bir tehlike oluşturabileceğini de görebiliyoruz. Partilerin liderlerinin rolüne, otoritelere ve bunlar üzerindeki kolektif kontrolün önemine yeni bir ışık tutulmaktadır.

Dahası, çeşitli kutsal geleneklerde ve mektuplarda olduğu gibi korunmuş ve kristalize edilmiş olan insanların deneyimlerinin tüm sanatsal hazinesi, kendine özgü bir ahenge sahip garip bir orijinal yaşamın resimleri, insanın vizyonunu sürekli olarak genişletmekte, ona insanlığın evrensel hareketine dair derin bir içgörü kazandırmakta, onu alışılmış çevre ve düşünce alışkanlıklarına bağlı kalmayacak yeni bağımsız yaratıcı çalışmalara doğru teşvik etmektedir.

O halde, işçi sınıfının dini mirasını kullanması karlı olmaz mı?

Kaynak

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın