Pannekoek-Castoriadis Yazışmaları

Pannekoek’un daha önceden çevirdiğimiz bu mektubu da dahil olmak üzere toplam üç mektubun üçü de burada paylaşılmıştır.

Socialisme ou Barbarie’ye Mektup – Anton Pannekoek

Sayın Yoldaş Chaulieu,

Yoldaş B’ye okumam için bana vermesi için Socialisme ou Barbarie‘nin on bir sayısını verdiğiniz için teşekkür ederim. Ne kadar anlaştığımızı ortaya çıkardıkları için onları (her ne kadar henüz bitirememiş olsam da) büyük ilgiyle okudum. Sizler de muhtemelen benim Les Conseils ouvriers (İşçi Konseyleri) kitabımı okurken benzer şeyler düşünmüşsünüzdür. Yıllarca bu fikirleri açıklayan az sayıdaki sosyalistin artmadığını düşünmüştüm; kitap neredeyse tüm sosyalist basın tarafından görmezden gelindi ve suskunlukla karşılandı (geçenlerdeki, ILP’nin Socialist Leader‘ı hariç). Dolayısıyla aynı fikirlere bağımsız bir yoldan varan bir grubu tanımak benim için memnun ediciydi. Sizin “üreticilerin kendileri üretimi düzenleyecektir” diye belirttiğiniz işçilerin emeklerine tamamen hakim olmaları durumunu, ben de “atölyelerin düzenlenmesi” ve “toplumsal örgütlenme” kısımlarında açıklamıştım. Sizlerin “sovyet organizmaları” olarak adlandırdığınız, işçilerin tartışmaları için kullanacakları organizmalar, bizim “conseils ouvriers,” “arbeiterräte,” “workers councils.” (işçi konseyleri) dediklerimizle aynıdırlar.

Şüphesiz farklılıklar var. Onları, incelemenizdeki tartışmaya katkı sağlayan bir yazı yazdığımı düşünerek ele alacağım. Siz bu organizmaların rolünü, işçiler iktidarı ele aldıktan sonra, üretimi düzenlemek olarak kısıtlarken biz onları işçilerin iktidarı fethedeceği araçlar olarak da görüyoruz. İktidarın fethinde proleter devrimin önderliğini eline alacak bir “devrimci partiyle” ilgilenmiyoruz. Bu “devrimci parti” stratejisi troçkist bir bir kavramdır ve (1930lar’dan beri) partinin faaliyetlerinde hayal kırıklığına uğrayan birçok eski Komünist Parti partizanın desteğini bulmuştur. Bizim muhalefet ve eleştirilerimiz Rus Devrimi’nin ilk yıllarına kadar gider ve Lenin’in oportünizme dönüşüne yönelik ortaya çıkmışlardır. Biz troçkist yola hiç girmedik: asla onun etkisi altında kalmadık. Troçki’yi bolşevizm’in en etkili hatibi olarak görüyoruz ve Lenin’in ardılı o olması gerekirdi. Ancak Rusya’da doğmakta olan kapitalizmi farkettikten sonra dikkatimizi esas olarak işçilerin en gelişmiş kapitalizmi gerçek komünizme (kelimenin tam anlamıyla) dönüştürmek zorunda olacakları batıdaki büyük sermayenin ülkelerine çevirdik. Troçki, devrimci coşkusuyla stalinizmin komünist partilerden attığı tüm muhalifleri büyülemiş ve onlara Bolşevizm virüsünü aşılayarak onları neredeyse proleter devrimin büyük ve yeni görevlerini anlamaktan aciz hale getirmiştir.

Rus Devrimi ve fikirleri hala insanların üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğundan onun temel karakterini daha ayrıntılı şekilde incelemek gerekir. Birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse, işçi sınıfı tarafından yapılmış olsa da sonuncu burjuva devrimiydi. “Burjuva devrimi”, feodalizmi yok eden ve sanayileşmenin yolunu açan ve bunun tüm toplumsal sonuçlarını doğuran bir devrim anlamına gelir. Dolayısıyla, Rus Devrimi, 1647 İngiliz Devrimi ile 1789 Fransız Devrimi ve ardılları 1830, 1848, 1871 devrimleriyle aynı çizgidedir. Bu devrimler sırasında zanaatkârlar, köylüler ve işçiler eski rejimi yıkmak için gereken kitlesel gücü sağlamışlardır. Daha sonra, gelecekteki egemen sınıfı oluşturan, zengin tabakaları temsil eden adamların komiteleri ile siyasi partileri ön plana çıktı ve hükümet gücünü kontrol altına aldı. Bu gayet doğal bir sonuçtu çünkü işçi sınıfı daha kendi kendini yönetecek kadar olgun değildi. İşçilerin sömürüldüğü bu yeni biçimdeki sınıflı toplumda, böyle bir egemen sınıfın, memurlar ve politikacılardan oluşan bir azınlık hükümetine ihtiyacı vardı. Daha yakın bir döneme baktığımızda, Rus Devrimi bir proleter devrimi gibi görünüyordu; işçiler grevleri ve kitlesel eylemleriyle devrimin yaratıcıları olmuşlardı. Bununla birlikte, Bolşevik Parti daha sonra yavaş yavaş iktidarı ele geçirmeyi başardı (işçi sınıfı köylü nüfus içinde küçük bir azınlıktı). Böylece Rus Devrimi’nin burjuva karakteri (terimin en geniş anlamıyla) baskın hale geldi ve devlet kapitalizmi biçimini aldı. O zamandan bu yana, dünyadaki ideolojik ve manevi etkisi nedeniyle Rus Devrimi, işçileri özgürleştiren ve onları üretim aygıtının efendileri haline getiren proleter devrimin tam tersi haline gelmiştir.

Bizim için Rus Devrimi’nin görkemli mirası, 1905 ve 1917’deki ilk patlamalarında, tüm dünya işçilerine özerk devrimci eylemlerinin örgütsel biçimini, yani sovyetleri geliştiren ve gösteren ilk devrimci hareket olmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonra Almanya’da daha küçük ölçekte doğrulanan bu deneyimden, işçi sınıfına uygun olan ve kendi kurtuluşunu kazanmak için uygulaması gereken kitlesel eylem biçimleri hakkındaki fikirlerimizi oluşturduk.

Komünist Parti iktidarı ele geçirdiğinde ortaya çıkan gelenekler, fikirler ve yöntemler bunun tam karşıtıdır. Doğru proleter eylemin önünde sadece engel teşkil eden bu fikirler, Troçki’nin propagandasının özünü ve temelini oluşturuyordu.

Vardığımız sonuç, “sovyetler” ya da “işçi konseyleri” terimleriyle ifade edilen özerk örgütlenme biçimlerinin, iktidarın fethine olduğu kadar, bu fetihten sonra üretken emeğin yönlendirilmesine de hizmet etmesi gerektiğidir. Bunun ilk nedeni, işçilerin toplum üzerindeki iktidarının başka bir yolla, örneğin devrimci parti denilen şeyle, elde edilemeyecek olmasıdır; ikinci nedeni ise, daha sonra üretim için gerekli olacak bu sovyetlerin ancak iktidar için sınıf mücadelesi yoluyla oluşturulabilecek olmasıdır.

Bence bu kavramda “devrimci liderlik” sorununun “çelişkiler düğümü” ortadan kalkıyor. Zira çelişkilerin kaynağı, kendi kaderini yöneten bir sınıfın gücü ve özgürlüğü ile küçük bir grup ya da parti tarafından oluşturulan bir liderliğe itaat etme zorunluluğunun bağdaştırılmasının imkansızlığıdır. Peki böyle bir zorunluluk sürdürülebilir mi? Bu, Marx’ın en çok alıntılanan fikriyle, yani işçilerin kurtuluşunun bizzat işçilerin görevi olacağı fikriyle açıkça çelişmektedir. Dahası, proleter devrim basit bir isyanla ya da merkezi bir komuta tarafından yönetilen askeri bir harekatla karşılaştırılamayacağı gibi, örneğin burjuvazinin iktidara yükselişinin bir kesitinden başka bir şey olmayan büyük Fransız Devrimi’ne benzer bir mücadele dönemiyle de karşılaştırılamaz. Proleter devrim çok daha geniş ve derindir; halk kitlelerinin kendi varlıklarının ve karakterlerinin bilincine varmasıdır. Bu basit bir sarsıntı olmayacaktır; insanlık tarihinin, işçi sınıfının kendi yeteneklerini ve potansiyelini, kendi hedeflerini ve mücadele araçlarını keşfetmek ve gerçekleştirmek zorunda kalacağı bütün bir döneminin içeriğini oluşturacaktır. Les Conseils Ouvriers adlı kitabımın “İşçi Devrimi” başlıklı bölümünde bu devrimin bazı yönlerini detaylandırmaya çalıştım. Elbette, tüm bunlar yalnızca eylem halindeki çeşitli güçleri ve bunların ilişkilerini ön plana çıkarmak için kullanılabilecek soyut bir şema sağlıyor.

Şimdi şunu sormanız mümkün: Bu yönelim kapsamında bir parti ya da grup hangi amaca hizmet eder ve görevleri nelerdir? Grubumuzun devrimci eylemlerinde emekçi kitlelere komuta etmeyi başaramayacağından emin olabiliriz: bizim dışımızda kendilerini devrimci olarak adlandıran, ancak programları ve fikirleri farklı olan yarım düzine veya daha fazla grup ya da parti var ve büyük Sosyalist Parti ile karşılaştırıldığında bunlar azınlıklardan başka bir şey değil. Derginizin 10. sayısındaki tartışma kapsamında, görevimizin esasen teorik olduğu doğru bir şekilde ortaya konmuştur: çalışma ve tartışma yoluyla işçi sınıfı için en iyi eylem yolunu bulmak ve göstermek. Bununla birlikte, buna dayalı eğitim yalnızca bir grubun ya da partinin üyelerine değil, işçi sınıfının kitlelerine yönelik olmalıdır. Fabrika toplantılarında ve konseylerinde en iyi eylem biçimine karar vermek onlara kalacaktır. Ancak mümkün olan en iyi şekilde karar verebilmeleri için, mümkün olan en fazla sayıda insandan gelen iyi düşünülmüş tavsiyelerle aydınlatılmaları gerekir. Sonuç olarak, işçi sınıfının özerk eyleminin sosyalist devrimin temel biçimi olduğunu ilan eden bir grup, birincil görevinin, örneğin toplumdaki önemli değişiklikleri ve işçilerin gelecekteki üretken emek de dahil olmak üzere tüm eylemlerinde kendilerine önderlik etmeleri gerektiğini açıklayarak işçilerin fikirlerini netleştirecek popüler broşürler aracılığıyla işçilerle konuşmak olduğunu düşünecektir.

Burada, derlemenizde yayınlanan çok ilginç tartışmaların okunmasıyla ortaya çıkan bazı düşünceler var. Ayrıca, sosyalizm olmadan işçi sınıfının esrarengiz sorununun büyük bir bölümüne açıklık getiren “Amerikalı işçi” ve Doğu Almanya’daki işçi sınıfı hakkındaki öğretici makalelerden ne kadar memnun olduğumu belirtmek isterim. Umarım grubunuz derginin daha fazla sayısını yayınlama şansına sahip olur.

Bu mektubu İngilizce yazdığım için beni mazur görün; Fransızca kendimi yeterince ifade etmekte zorlanıyorum.

Saygılarımla,

Ant. Pannekoek

8 Kasım 1953

Pannekoek’un Mektubuna Yanıt -Cornelius Castoriadis

Mektubunuz gruptaki tüm yoldaşlara büyük bir memnuniyet verdi; çalışmalarımızın sizin gibi onurlu ve tüm hayatını proletarya ile sosyalizme adamış bir yoldaş tarafından takdir edildiğini görmenin memnuniyeti; temel noktalarda sizinle aramızda derin bir anlaşma olduğu fikrimizin doğrulandığını görmenin memnuniyeti; nihayet sizinle tartışabilmenin ve bu tartışmayla değerlendirmemizi zenginleştirmenin memnuniyeti.

Mektubunuzun odaklandığı iki noktayı (Rus Devrimi’nin doğası, parti kavramı ve rolü) tartışmadan önce, hemfikir olduğumuz noktaların altını çizmek istiyorum: tarihsel eyleminin hem aracı hem de amacı olarak işçi sınıfının otonomisi, sosyalizmin yegane somut içeriği olarak proletaryanın ekonomik ve siyasi düzeyde tam iktidarı. Ayrıca bu noktada bir yanlış anlamayı da açıklığa kavuşturmak isterim. ” Bu organizmaların rolünü, işçiler iktidarı ele aldıktan sonra, üretimi düzenlemek olarak ” kısıtladığımız doğru değildir. İktidarın alınmasından sonra bu sovyet -ya da işçi konseyi- organizmalarının faaliyetinin kendisini toplumsal yaşamın toplam örgütlenmesine kadar genişlettiğini düşünüyoruz, yani bir iktidar organizmasına ihtiyaç duyulduğu sürece, bu rol işçi konseyleri tarafından yerine getirilecektir. Konseyler için böyle bir rolü yalnızca “iktidarın alınmasını” izleyen dönemde düşündüğümüz de doğru değildir. Aynı zamanda, tarihsel deneyim ve düşünme, konseylerin muzaffer bir devrimin geleceğine karar vermek için yaratılmış olmaları halinde sınıfı gerçekten ifade eden organizmalar olamayacaklarını, sınıfın derin bir hareketi tarafından kendiliğinden, dolayısıyla “iktidarın alınmasından” önce yaratılmadıkları sürece hiçbir şey olmayacaklarını göstermektedir; ve eğer böyleyse, başlangıcı tam olarak (10. sayıdaki parti üzerine metnimde söylediğim gibi) kitlelerin otonom organizmalarının oluşumuyla işaretlenen tüm devrimci dönem boyunca birincil bir rol oynayacakları açıktır.

Buna karşın, aramızdaki gerçek görüş ayrılığı, bu devrimci dönem boyunca bu konseylerin devrimin yürütülmesinde etkin bir rol oynayan tek organizma olup olmayacağı ve daha az ölçüde de olsa, bu arada devrimci militanların rolünün ve görevinin ne olduğu sorunudur. Yani “parti sorunu”.

“İktidarın fethinde proleter devrimin önderliğini eline alacak bir ‘devrimci partiyle’ ilgilenmiyoruz” diyorsunuz. Ve daha da ileri giderek, haklı olarak bizim dışımızda işçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden yarım düzine parti ya da grup olduğunu hatırlattıktan sonra ekliyorsunuz: “Ancak, (konseylerdeki işçilerin) mümkün olan en iyi şekilde karar verebilmeleri için, mümkün olan en fazla sayıda insandan gelen iyi düşünülmüş tavsiyelerle aydınlatılmaları gerekir.” Korkarım ki bu görüş, işçi sınıfının mevcut ve gelecekteki durumunun hem en göze çarpan hem de en gizli özellikleriyle uyuşmamaktadır. Bahsettiğiniz bu diğer partiler ve gruplar, devrim yapmanın en iyi yolu konusunda farklı görüşleri temsil etmediklerine göre, konseylerin oturumları da bu farklı danışmanların (grupların ve partilerin temsilcileri) görüşlerine göre işçi sınıfının bir yol yerine başka bir yol izlemeye karar vereceği sakin düşünme toplantıları olmayacaktır. İşçi sınıfının bu organizmaları kurulduğu andan itibaren, sınıf mücadelesi bu organizmaların tam kalbine taşınmış olacak; işçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden ancak çoğu durumda reformistler ve stalinistler gibi proletaryaya düşman sınıfların çıkarlarını ve ideolojisini temsil eden bu “grupların veya partilerin” çoğunluğunun temsilcileri tarafından oraya taşınacaktır. Mevcut halleriyle orada var olmasalar bile, başka bir biçimde var olacaklarından emin olabiliriz. Büyük olasılıkla, baskın bir pozisyonla başlayacaklar. Ve son yirmi yılın tüm deneyiminden -İspanya savaşından, işgalden ve mevcut herhangi bir sendika toplantısının deneyimine kadar- bizim görüşümüze sahip olan militanların bu organizmalar içinde konuşma hakkını bile mücadele ederek fethetmeleri gerektiğini öğreniyoruz.

Devrimci dönem boyunca sınıf mücadelesinin yoğunlaşması, kaçınılmaz olarak kitle organizmaları içindeki çeşitli grupların mücadelesinin yoğunlaşması biçimini alacaktır. Bu koşullarda, öncü devrimci bir örgütün kendisini “iyi düşünülmüş tavsiyelerle aydınlatmakla” sınırlayacağını söylemek, sanırım İngilizcede “understatement” (azımsamak) olarak adlandırılan şeydir. Ne de olsa, devrimci dönemin konseyleri, iyi düşünülmüş bir değerlendirme için gerekli olan sükuneti bozmaya kimsenin gelmediği bu bilge adamlar meclisi olduğunu kanıtlarsa, kendimizi ilk tebrik eden biz olacağız; aslında, işler bu şekilde olsaydı tavsiyelerimizin geçerli olacağından eminiz. Ancak bu durumda “parti ya da grup” kendisini sizin ona verdiğiniz görevlerle sınırlandırabilir. Ve bu durum açık ara en olanaksız olanıdır. Konseyleri oluşturacak olan işçi sınıfı bugün var olandan farklı bir sınıf olmayacaktır; ileriye doğru muazzam bir adım atmış olacaktır, ancak ünlü bir ifadeyi kullanırsak, hala rahminden çıktığı eski toplumun doğum izleriyle damgalanmış olacaktır. Yüzeyde, başlangıçta yalnızca hala kafası karışık devrimci iradesine ve bir azınlık öncüsüne karşı koyabileceği son derece düşmanca etkilerin hakimiyetinde olacaktır. Bu, işçi sınıfının otonomisinin konseyler üzerindeki etkisini genişletmesi ve derinleştirmesi, çoğunluğu kendi programına kazanması yönündeki temel fikrimizle her şekilde uyumlu olacaktır. Hatta daha önce harekete geçmesi gerekebilir; konseylerin %45’ini temsil eden neo-stalinist bir partinin gelecekte iktidarı ele geçirmeye hazırlandığını öğrenirse ne yapabilir? İktidarı derhal ele geçirmeye çalışması gerekmeyecek mi?

Bütün bunlara itiraz edeceğinizi sanmıyorum; eleştirilerinizde her şeyden önce hedeflediğiniz şeyin partinin devrimci liderliği fikri olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte, partinin devrimden ne önce ne de sonra sınıfın önderi olamayacağını açıklamaya çalıştım; önce olamaz, çünkü sınıf onu takip etmez ve en fazla bir azınlığa nasıl önderlik edeceğini bilir (ve yine, tamamen göreceli bir anlamda “önderlik”: fikirleri ve örnek eylemiyle onu etkilemek); sonra olamaz, çünkü proleter iktidar partinin iktidarı olamaz, ancak özerk kitle organizmalarındaki sınıfın iktidarı olabilir. Partinin etkin liderlik rolüne, devrimci iradesini şiddetle dayatmaya çalışabilecek bir birlik rolüne yaklaşabileceği tek an, devrimci dönemin sonuçlanmasından hemen önceki belirli bir aşaması olabilir; önemli pratik kararların, fiilen karşı-devrimci örgütlerin temsilcilerinin katılması durumunda konseylerin dışında alınması gerekebilir, parti, koşulların baskısı altında, oylamalarda sınıfın çoğunluğu tarafından takip edilmese bile belirleyici bir eyleme kendini adayabilir. Partinin bu şekilde hareket ederken, kendi iradesini sınıfa dayatmayı amaçlayan bürokratik bir organ olarak değil, bizzat sınıfın tarihsel ifadesi olarak hareket edeceği gerçeği, bugün soyut olarak tartışabileceğimiz, ancak şu anda değerini anlayabileceğimiz bir dizi faktöre bağlıdır: sınıfın ne kadarı partinin programıyla hemfikirdir, sınıfın geri kalanının ideolojik durumu nedir, konseyler içindeki karşıdevrimci eğilimlere karşı mücadele nerededir, gizli perspektifler nelerdir, vb. Şu andan itibaren, çeşitli olası durumlar için bir dizi davranış kuralı hazırlamak şüphesiz çocukça olacaktır; kendilerini gösterecek tek durumun öngörülemeyen durumlar olacağından emin olunabilir.

Bu perspektifin peşine düşmek, partinin bürokratik anlamda olası bir yozlaşmasına giden yolu açık bırakmaktır diyen yoldaşlar var. Buna cevabımız şudur: Bu perspektifin peşine düşmemek, devrimin yenilgisini ya da konseylerin bürokratik yozlaşmasını en başından kabul etmek anlamına gelir ve bu bir olasılık değil, kesinliktir. Nihayetinde, bir bürokrata dönüşme korkusuyla eyleme geçmeyi reddetmek, bana yanılma korkusuyla düşünmeyi reddetmek kadar saçma geliyor. Hataya karşı tek “garanti” nasıl düşüncenin bizzat uygulanmasından ibaretse, bürokratikleşmeye karşı tek “garanti” de anti-bürokratik yönde sürekli eylemden, bürokrasiye karşı mücadeleden ve öncünün bürokratik olmayan bir örgütlenmesinin mümkün olduğunu ve sınıfla bürokratik olmayan ilişkiler örgütleyebileceğini pratik olarak göstermekten ibarettir. Bürokrasi yanlış fikirlerden değil, belirli bir aşamadaki işçi eylemine uygun gerekliliklerden doğduğu için ve eylemde proletaryanın bürokrasi olmadan da yapabileceğini göstermekle ilgilidir. Nihayetinde, her şeyden önce bürokratikleşme korkusuyla meşgul olmak, mevcut koşullarda bir örgütün ancak kitlelerin anti-bürokratik arzularını ifade etmek ve gerçekleştirmek koşuluyla kitleler üzerinde kayda değer bir etkiye sahip olabileceğini unutmaktır; öncü bir grubun ancak kendisini sürekli olarak kitlelerin bu arzularına modelleyerek gerçek bir varoluşa ulaşabileceğini unutmaktır; artık yeni bir bürokratik örgütün ortaya çıkmasına yer olmadığını unutmaktır. Troçkistlerin “Bolşevik” bir örgütü saf ve basit bir şekilde yeniden yaratma girişimlerinin daimi başarısızlığı, en derin nedenini burada bulmaktadır.

Bu düşünceleri sonlandırmak için, içinde bulunduğumuz dönemde (ve dolayısıyla devrimde) öncü bir grubun görevinin “teorik” bir görev olduğunu söyleyebileceğimizi de düşünmüyorum. Bu görevin aynı zamanda ve her şeyden önce mücadele ve örgütlenme görevi olduğuna inanıyorum. Çünkü sınıf mücadelesi iniş ve çıkışlarıyla süreklidir ve işçi sınıfının ideolojik olgunlaşması bu mücadele sayesinde gerçekleşir. Ancak proletaryaya ve mücadelelerine şu anda bürokratik örgütler (sendikalar ve partiler) hakimdir ve bu da mücadeleyi imkansız hale getirme, onları sınıf hedefinden saptırma veya yenilgiye götürme sonucunu doğurmaktadır. Öncü bir örgüt bu gösteriye kayıtsız kalamaz, alacakaranlıkta Minerva’nın baykuşu gibi görünmekle yetinemez, gagasının sesini işçilere yenilgilerinin nedenlerini açıklayan broşürlerle bırakamaz. Bu mücadelelere müdahale edebilmeli, bürokratik örgütlerin etkisiyle mücadele edebilmeli, işçilere eylem ve örgütlenme biçimleri önerebilmeli; hatta zaman zaman bunları dayatabilmelidir. On beş kararlı öncü işçi, bazı durumlarda, bazı stalinist bürokratları alaşağı etmeyi göze alırlarsa, 5.000 kişilik bir fabrikayı greve götürebilirler ki bu ne teorik ne de demokratiktir, bu bürokratlar her zaman işçiler tarafından rahat oy çoğunluklarıyla seçilmişlerdir.

Bu yanıtı bitirmeden önce, ilk bakışta sadece teorik bir karaktere sahip olan ikinci ayrılığımız hakkında birkaç şey söylemek istiyorum: Rus Devrimi’nin doğası. Rus Devrimi’ni bir burjuva devrimi olarak nitelendirmenin gerçeklere, fikirlere ve dile zarar verdiğini düşünüyoruz. Rus Devrimi’nde bir burjuva devriminin çeşitli unsurlarının -özellikle de “burjuva demokratik görevlerin gerçekleştirilmesi”- olduğu her zaman kabul edilmiş ve devrimin kendisinden çok önce Lenin ve Troçki bunu strateji ve taktiklerinin temeli haline getirmişlerdir. Ancak bu görevler, tarihsel gelişimin verili aşamasında ve Rusya’daki toplumsal güçlerin yapılanmasında, aynı darbeyle kendisine esasen sosyalist görevler yükleyemeyen işçi sınıfı tarafından ele alınamazdı.

Diyorsunuz ki: işçilerin katılımı yeterli değil. Elbette; bir savaş kitlesel bir savaşa dönüştüğü anda işçiler de oradadır, çünkü onlar kitlelerdir. Ancak ölçüt bu değildir: işçilerin kendilerini burjuvazinin saf ve basit piyadeleri olarak mı gördüklerini yoksa kendi hedefleri için mi savaştıklarını bilmektir. İşçilerin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” için savaştığı bir devrimde -bu parolalara öznel olarak verdikleri anlam ne olursa olsun- onlar burjuvazinin piyadeleridir. “Tüm iktidar sovyetlere” için savaştıklarında, sosyalizm için savaşmış olurlar. Rus Devrimi’ni proleter devrim yapan şey, proletaryanın kendi bayrağı, kendi yüzü, kendi talepleri, kendi mücadele araçları, kendi örgütlenme biçimleriyle ona egemen bir güç olarak dahil olmasıdır; sadece tüm iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan kitlesel organizmalar oluşturması değil, bunun kendisinin kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin ötesine geçmesi ve fabrikaların işçi yönetimini gerçekleştirmeye başlamasıdır. Bütün bunlar Rus Devrimini, sonraki kaderi ne olursa olsun, sonsuza kadar proleter bir devrim yapmıştır -tıpkı Paris Komününün ne zayıflığının, ne kafa karışıklıklarının ne de nihai yenilgisinin onu proleter bir devrim olmaktan alıkoymadığı gibi.

Bu ayrışma ilk bakışta teorik bir ayrışma gibi görünebilir; ancak yöntemsel bir farklılığı güncel bir soruna, yani bürokrasi sorununa dönüştürdüğü ölçüde pratik bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Rus Devrimi’nin yozlaşmasının yerini burjuvazinin restorasyonuna değil, yeni bir sömürücü katmanın, bürokrasinin oluşumuna bırakmış olması; bu katmanı taşıyan rejimin, kapitalizmle derin özdeşliğine rağmen (ölü emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümü olarak), hiçbir şeyi anlamayı reddetmeden ihmal edilemeyecek birçok açıdan farklılık göstermesi; Aynı katmanın 1945’ten bu yana dünya üzerindeki hakimiyetini genişletme sürecinde olması; Batı Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı içinde derin kökleri olan partiler tarafından temsil edilmesi -tüm bunlar bize Rus Devrimi’nin bir burjuva devrimi olduğunu söylemekle yetinmenin, bugün küresel durumun en önemli yönlerine gönüllü olarak gözlerimizi kapatmakla eşdeğer olduğunu düşündürüyor.

Bu tartışmanın sürdürülebileceğini ve derinleştirilebileceğini umuyor ve bize göndermek istediğiniz her şeyi Socialisme ou Barbarie’de sevinçle karşıladığımızı tekrarlamaya gerek olmadığına inanıyorum.

Castoriadis’in Mektubuna Yanıt – Anton Pannekoek

Derginiz Socialisme ou Barbarie’de, mektubumun çevirisini, okuyucularınızı temel sorulara ilişkin bir tartışmaya dahil edecek şekilde eleştirel açıklamalarla birlikte yayınladığınızı büyük bir memnuniyetle fark ettim. Tartışmayı sürdürme arzunuzu ifade ettiğiniz için size yanıtınızla ilgili birkaç yorum gönderiyorum. Doğal olarak, tartışmada daha büyük bir netlikle ortaya çıkabilecek görüş ayrılıkları hala mevcuttur. Bu tür farklılıklar normalde en önemli noktaların ne olduğuna dair farklı değerlendirmelerin sonucudur ve bu da pratik deneyimlerimizle ya da kendimizi içinde bulduğumuz ortamla ilgilidir. Benim için bu, Belçika’daki (1893), Rusya’daki (1905 ve 1917) ve Almanya’daki (1918’den 1919’a) siyasi grevleri incelediğim ve bu eylemlerin temel karakterine ilişkin net bir anlayışa ulaşmaya çalıştığım bir çalışmaydı. Grubunuz büyük bir sanayi kentinin işçi sınıfının kargaşası içinde yaşıyor ve çalışıyor; dolayısıyla dikkatiniz tamamen pratik bir soruna yoğunlaşmış durumda: Etkili mücadele yöntemleri, partilerin verimsiz mücadelesinin ve günümüzün kısmi grevlerinin ötesine nasıl geçebilir?

Doğal olarak, işçi sınıfının devrimci eylemlerinin tümünün barışçıl bir tartışma ortamında ortaya çıkacağını iddia etmiyorum. İddia ettiğim şey, çoğu zaman şiddet içeren mücadelenin sonucunun tesadüfi koşullar tarafından değil, deneyim, çalışma ya da tartışmalarla edinilen sağlam bir bilincin temeli olarak işçilerin düşüncelerinde canlı olan şey tarafından belirlendiğidir. Eğer bir fabrikanın personeli greve gidip gitmemeye karar vermek zorundaysa, bu karar masaya yumruk vurarak değil, normal olarak tartışarak alınır.

Sorunu tamamen pratik bir şekilde ortaya koyuyorsunuz: Parti, konseylerin %45’ini temsil eden neo-stalinist bir partinin gelecekte iktidarı ele geçirmeye hazırlandığını öğrenirse ne yapabilir? Yanıtınız şu: Yapacağından korktuğumuz şeyi yaparak onu engellememiz gerekirdi. Böyle bir eylemin kesin sonucu ne olacaktır? Rusya’da ne olduğuna bir bakın. İyi devrimci ilkelere sahip, Marksizmden etkilenen ve dahası işçiler tarafından halihazırda oluşturulmuş konseylerin desteğini alan bir parti vardı; ancak iktidarı ele geçirmek zorunda kaldı ve sonuç totaliter stalinizm oldu (“zorunda kaldı” diyorsam, bunun anlamı koşulların gerçek bir proleter devrim için yeterince olgunlaşmamış olduğudur. Kapitalizmin daha gelişmiş olduğu Batı dünyasında, koşullar kesinlikle daha olgundur; bunu ölçen ise sınıf mücadelesinin gelişimidir). Dolayısıyla şu soruyu sormak gerekir: önerdiğiniz partinin mücadelesi proleter devrimi kurtarabilir mi? Bana öyle geliyor ki, bunun yerine yeni bir baskıya doğru bir adım olacaktır.

Elbette her zaman zorluklar olacaktır. Fransa’daki ya da dünyadaki durum işçilerin kitlesel mücadelesini gerektirseydi, komünist partiler hemen eylemi parti sınırları içinde Rus yanlısı bir gösteriye dönüştürmeye çalışırlardı. Bu partilere karşı aktif bir mücadele yürütmeliyiz. Ancak onların yöntemlerini izleyerek onları yenemeyiz. Bu ancak kendi yöntemlerimizi uygulamakla mümkündür. Mücadele halindeki bir sınıfın gerçek eylem biçimi, kararların özerkliği temel ilkesine dayanan argümanların gücüdür! İşçiler komünist partinin baskısını ancak kendi sınıf güçlerini geliştirerek ve pekiştirerek önleyebilirler; bu da üretim araçlarını kendi kontrolleri altına alma ve yönetme konusundaki ortak iradeleri anlamına gelir.

İşçi sınıfı için özgürlüğün kazanılmasının temel koşulu, özyönetim ve üretim aygıtlarının özyönetimi anlayışının kitlelerin bilincinde kök salmasıdır. Bu, Jaurès’in Fransız Devrimi’nin Sosyalist Tarihi’nde Kurucu Meclis üzerine yazdıklarıyla bir dereceye kadar örtüşmektedir:

“Yepyeni, siyasi konuları tartışan bu meclis, daha yeni toplanmışken, Mahkeme’nin tüm manevralarını engellemeyi biliyordu. Neden mi? Çünkü ciddi ve uzun bir şekilde olgunlaştırılmış ve onlara durumu net bir şekilde görmelerini sağlayan birkaç büyük soyut fikre sahipti.”

Elbette bu iki durum özdeş değildir. Fransız Devrimi’nin büyük siyasi fikirleri yerine, işçilerin büyük sosyalist fikirleri, yani üretimin örgütlü işbirliği ile yönetilmesi söz konusudur. Çalışarak edindikleri soyut fikirlerle donanmış 500 milletvekili yerine, işçiler üretken bir işte tüm bir sömürü yaşamının deneyimiyle yönlendirilen milyonlar olacaktır. İşte bu yüzden ben bu meseleleri şu şekilde görüyorum:

Devrimci bir partinin en asil ve yararlı görevi, binlerce küçük dergi, broşür vb. aracılığıyla yaptığı propagandayla, kitlelerin bilgisini her zaman daha açık ve daha geniş bir bilinç sürecinde zenginleştirmektir.

Şimdi, Rus devriminin karakteri üzerine birkaç söz. İngilizce “middle class revolution” sözünü “révolution bourgeoise” olarak çevirmek tam olarak anlamını karşılamamaktadır. İngiltere’de orta sınıflar iktidarı ele geçirdiğinde, bunlar küçük kapitalistlerin ya da endüstriyel üretim aygıtlarının sahipleri olan iş adamlarının büyük bir bölümünden oluşuyordu. Aristokrasiyi iktidardan uzaklaştırmak için kitlelerin mücadelesi gerekliydi; ancak bu gerçeğe rağmen, bu kitlenin kendisi henüz üretim araçlarını ele geçirme yeteneğine sahip değildi; işçiler bunu yapacak manevi, ahlaki ve örgütsel kapasiteye ancak yeterince gelişmiş bir kapitalizmde sınıf mücadelesi yoluyla ulaşabilirlerdi. Rusya’da belirli bir öneme sahip bir burjuvazi yoktu; bunun sonucu olarak devrimin öncüleri, üretim aygıtının belirli bir kısmına sahip olan bireysel mülk sahipleri topluluğu olarak değil, üretim aygıtının bütününün kolektif sahipleri olarak, üretim aygıtını yöneten, üretken emeğin yönetici sınıfı olarak yeni bir “orta sınıf” doğurdu.

Genel olarak şunu söyleyebiliriz: eğer emekçi kitleler (kapitalizm öncesi koşulların ürünü oldukları için) henüz üretimi kendi ellerine alma yeteneğine sahip değillerse, bu kaçınılmaz olarak yeni lider sınıfın üretimin efendisi olmasına yol açacaktır. Bana Rus devriminin (temel ve kalıcı karakteri itibariyle) bir burjuva devrimi olduğunu söyleten de işte bu uyumdur. Elbette proletaryanın kitlesel gücü eski sistemi yok etmek için gerekliydi (ve bu tüm dünya işçileri için bir dersti). Ancak toplumsal bir devrim, devrimci sınıfların karakterine tekabül edenden daha fazlasını elde edemez ve tüm direnişleri fethetmek için mümkün olan en büyük radikalizm gerekliyse, daha sonra geride kalması gerekirdi.

Bu, günümüze kadarki tüm devrimlerin genel kuralı gibi görünmektedir: 1793’e kadar Fransız Devrimi, köylüler kesin olarak toprağın özgür efendileri olana ve yabancı ordular geri püskürtülene kadar giderek daha radikal hale geldi; o anda Jakobenler katledildi ve kapitalizm yeni efendi olarak giriş yaptı. Olaylara bu şekilde bakıldığında, Rus devriminin seyri, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da iktidarı fetheden önceki devrimlerle aynı olacaktır. Rus devrimi hiç de vakitsiz bir proleter devrim değildi. Proleter devrim geleceğe aittir.

Umarım bu açıklama, yeni argümanlar içermese de bakış açılarımızdaki bazı farklılıkları açıklığa kavuşturmaya yardımcı olur.

Kaynak:

Mektup 1

Mektup 2

Mektup 3

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın